Adım David Herzog. Yakın zamanda Mossad’dan emekli oldum. Yıllar önce karım Hannah’dan
ayrılmıştım, o Amerika’da oğlumuz ise Londra’da oturuyor. Ben emekli olunca oğlum benim de
Londra’ya taşınmamı istedi ama ona uzun yıllar Türkiye’de oturmuş bir arkadaşımdan öğrenmiş
olduğum bir atasözü ile cevap verdim, “Taş yerinde ağır”. Gazze’ye çok yakın bir kibbutz’dan
birileri beni çağırınca kalkıp geldim, şimdi burada oturuyorum. Sevdim de burayı, daha sakin,
daha gürültüsüz, belki tek sorunu Gazze’nin yakın olması. Bunu burada oturan birine
söylediğimde bana, “Gazze’den bize ne?” dedi.
Oğlum anılarımı yazmamın hayatımın bu dönemi için ilginç olabileceğini söyledi geçen akşam
konuşurken. Robert Caro ile editörü Robert Gotlieb’in “Turn Every Page” adlı 50 yıllık iş
arkadaşlığını anlatan belgesel bir filmi seyretmiş. Bu uzun bir iş, dünyanın çeşitli yerlerinde görev
aldığım operasyonları açık etmemin başıma dertler açabileceğinin o pek farkında değil. Küçük
yaştan beri İngiltere’de yatılı okuduğu ve sadece yaz tatillerinde görüştüğümüz için Levi, viski
içmeyi sevmemin dışında benim ilgi alanlarımı pek bilmiyor.
Rahmetli annem ailemizin, “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabın yazarı Hannah Arendt ile akraba
olduğumuzu söylerdi. Artık bol zamanım var o kitabı doğru dürüst okumak istiyorum. 1933’te
Almanya’da Naziler iktidara gelince Hannah Fransa’ya kaçmış ve Yahudilerin
göçmen örgütleri için çalışmış. Alman Ordusu’nun Kuzey Fransa’yı işgal
etmesi ve Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi üzerine Fransa’dan da
kaçmak zorunda kalmış. 1941’de ABD’ye gitmiş. ABD’de çeşitli üniversitelerde
konuk öğretim görevlisi olarak çalışmış.
Ben John Le Carre’ın aynı adlı romanından uyarlanan Panama Terzisi adlı filmi 2002’de
izlemiştim. Filmde bir İngiliz ajanı bir büyükelçinin metresi ile ilişkisi olduğu için Panama’ya
sürülüyordu. Panama’ya giden ajan oraya gider gitmez orada yaşayan bir terziyle bağlantı
kuruyordu.Terzi ise Panama’daki siyaset adamlarının elbiselerini diken biriydi ve İngiliz ajanının
öğrenmek istediği tüm bilgilere hakimdi. Filmi gerçekten bundan yaklaşık 20 yıl önce ilgi ile
izlemiştim ama daha da ilginç olan filmden sonra benim el dikişi ile takım elbiseler diken terziler
konusuyla çok ilgilenmeye başlamamdı. Gerçekten anlaşılır gibi değildi ama nedense, filmde
ajanlarla ilgili olan bölümlerinden çok terzinin mesleği ile ilgili bölümler benim ilgimi çekmiş ve
daha sonra terzilerle ilgili her bulduğumu okumaya başlamıştım.
Levi’ye bunları anlatınca, “Atla gel seni Londra’daki Terziler Sokağı’na Savile Row’a götüreyim”
demişti. Londra’da o sokakta en ünlü, heykeltraşmışcasına güzel elbiseler diken terziler çalışırmış
meğer. Londra’ya elbette çok gitmişliğim vardı ama orada Terziler Sokağı’nı aramak doğrusu hiç
aklıma gelmemişti. Ne güzel olurdu orada üç prova ile üç ayda kendime 5-6 bin pound’a bir
takım elbise diktirsem, provalarda o havayı solusam… Bu para benim verebileceğim bir para
değildi, saçmalamanın hiçbir anlamı yoktu, kahve yapsam daha iyi olacaktı. Doktor defalarca
uyarmış olsa da belki bir puro da yakardım…

Kaliteli İngiliz kumaşlarının kokusu geliyordu burnuma, Panama Terzisi’ne provaya gidecektim az
sonra sanki.
Oturup kahve içip kitabı karıştırarak okuyorum:

“Arjantin’de bulunan Eichmann’ı kaçırtıp ‘Yahudi
meselesinin nihai çözümü’ndeki rolü sebebiyle yargılanmak
üzere Kudüs Bölge Mahkemesi’ne çıkartmaya karar verdiği
zaman aklından geçirdiği duruşma şovu için kuşkusuz
hiç de fena bir yer değil. Gayet doğru bir biçimde
‘devletin mimarı’ olarak anılan Ben-Gurion, duruşmanın görünmez
sahne amiri”.
Başka bir sayfaya bakıyorum:

“Beth Hamishpath” – Adalet Evi: Avazı çıktığı kadar
bağıran mübaşirden yükselen bu sözlerle ayağa fırlıyoruz, işte
hâkimler de geliyor Başı çıplak, siyah cübbeli üç hâkim,
yüksek kürsünün en tepesindeki yerlerini almak üzere, yan
kapıdan mahkeme salonuna giriyor. Çok geçmede sayısız
kitapla ve bin beş yüzün üzerinde belgeyle kaplanan
bu uzun masanın iki ucunda zabıt kâtipleri bulunuyor.
Hâkimlerin hemen aşağısında çevirmenler var, davalı veya
avukatı ile mahkeme arasında doğrudan iletişimi
sağlamak üzere buradalar. İbranice yürütülen duruşmayı,
diğer izleyicilerin hemen hepsi gibi, Almanca konuşan davalı
taraf da, bir radyo yayını aracılığıyla herkese ulaşan
simultane çeviriyle takip ediyor. Fransızca çeviri çok iyi,
İngilizcesi idare eder; Almanca olanıysa tam bir kepazelik,
çoğu zaman ne dedikleri bile anlaşılmıyor. (Duruşmanın
hakkaniyeti için bir dünya teknik düzenleme yapıldığı
düşünülürse, Almanya doğumlu bir sürü insanı olan yeni
İsrail Devleti’nin, nasıl olup da sanığın ve avukatının
anlayabildiği tek dile doğru dürüst çeviri yapabilecek bir
çevirmen bulamadığı tam bir muamma. Çünkü Alman
Yahudilerine yönelik o eski önyargı -bir zamanlar
İsrail’de çok barizdi- artık önceden olduğu kadar güçlü
değil, bu durumu açıklamaya yetmiyor. Öyleyse
geriye tek bir açıklama kalıyor: bu önyargıdan da eski
ve hâlâ çok güçlü olan “K Vitamini”, yani İsrail devlet
çevrelerinin ve bürokrasisinin tabiriyle “kayırma”.)

“Yeni İsrail Devleti’nin, nasıl olup da sanığın ve avukatının anlayabildiği tek dile
doğru dürüst çeviri yapabilecek bir çevirmen bulamadığı tam bir muamma” cümlesi
dikkatimi çekiyor. Bürokrasideki “K vitamini” olayı ise zaten hala devam ediyor…

Yahudiler neden kurbanlık koyun gibi ölüme gitmişlerdi? Hannah bu soruyu sorduktan sonra
diyordu ki, “Bütün dünyanın dikkatini bu duruşmaya çekmeyi ve Yahudilerin
çektiği acıların genel görünümünü sunan bir oyun sergilemeyi düşündülerse
eğer, gerçekliğin beklentileri karşılamaya ve bu amaçlara ulaşmaya
yetmediğini gördüler”. Hannah Arendt’teki secarete bakar mısınız, bunu ne zaman yazdığına
dikkat eder misiniz. Hannah bunları 1960’dan sonra yazıyor. Kötülüğün sıradanlığının anlamını
ise şöyle açıklıyordu, “Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti bir yana
bırakırsak, onu harekete geçiren hemen hemen hiçbir şey yoktu. Bu
gayret de kendi başına kriminal değildi elbette; bir üstünün
yerine geçmek için asla onu öldürmeye kalkmazdı. Eichmann sadece,
gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti”.
Ah bu insan olarak ne yaptığımızı hiç farketmeyişimiz vardı ya, işte bütün iş bu noktada
düğümleniyordu.
Telefon çalıyor, Mısır’dan bir arkadaşım arıyor. “ Yakında emekli olduğunu öğrendim. Seninkiler
Gazze yakınlarında bir kibbutz’da olduğunu söylediler. Oralarda bir hareketlenme olabilir
şeklinde duyumlar var, bilirsin seni severim bir arayıp haber vereyim dedim” diyordu. Ona artık
bu işlerle ilgilenmediğimi söyledim. Bana, “Ben sana ilgilen diye açmadım, senin için açtım. Ayrıl
oradan” dedi. Ayrıca beni yakında olacak kızının düğününe davet etti.
O sırada ikinci bir telefonla beni arayan ablamın kızları, erkek arkadaşları ile yakındaki bir müzik
festivaline geldiklerini bana da uğrayacaklarını söylediler. Onlara, “Az önce Mısır’dan bir
arkadaşım da aradı. Emekli olunca bu kadar çok aranacağımı bilmiyordum, beklerim” dedim.
Levi’nin, “Parayı düşünme ben veririm, gel sana Terziler Sokağı’nda bir takım elbise diktireyim”
dediğini hatırladım. Nedense şimdi kalkıp İngiltere’ye gitmek içimden gelmiyordu. Eski karım
Hannah’ın da oğlum Levi’nin evinde tatilde olduğunu biliyordum.
Son gördüğüm, penceremin önünden arkasındaki paraşütü toplamaya çalışan biriydi. Aynı saniye
içinde odamın içinde biten iki yüzü maskeli kişinin kurşunlarına hedef oldum. Ölürken ablamın
kızlarının gittiği müzik festivalini düşünüyordum.
12 Ekim 2023.