Necmi GÜRSAKAL
Tahta sandalyeli, gazozlu açık sinemaların yazları ortalığa mutluluk saçtığı;
kötülüğün hiç yokmuşcasına derinlerde gizlendiği, filmlerin mutlu sonla bittiği
zamanlardı. Siyah-beyaz filmlerin şarkılı, türkülü, konaklı dünyasına dalmış
insanlar kasabalarda, şehirlerde, durmadan değişen fimlerin ortaya yaydığı aşk,
tutku, eğlence ve macera dalgaları içinde, sabah kalktıklarında güler yüzlerini
takınarak yaşamaya çalışırdı o günlerde. Oysa biraz daha işin derinine
bakabilenler: Bunca aşk, sevgi ve parayla saadetin olmayacağı görüşünün hakim
olduğu bir ortamda, gazetelerdeki “Başbakan Asıldı” haberlerinin nasıl
yorumlanması gerektiğini de sorgulayabilirlerdi ama onlara da kimse kulak
asmazdı zaten.
Eylül sıcağını ve gecenin karanlığını yara yara, camları açık, sigara dumanına
boğulmuş otobüs oflaya puflaya gidiyordu. Her lodosun kolayca önüne
katabileceği kadar zayıf, başının yarısını örten başörtüsü biraz kaymış, uykuyla
uyanıklık arasında otobüsün en arka koltuğunun köşesine adeta sığınmış, yüzü bir
kese kağıdı rengi gibi soluk Aysel; bir ara Muavin’in yanına, yere koyduğu tahta
bavulunun orada olup olmadığını yokladı. Onun önünde oturan iki Karadenizli
adam da artık Adnan Menderes’in nasıl asıldığını birbirlerine anlatmaktan
yorulmuş, uyumaya başlamışlardı. Önde oturan bir genç kadın, ağlayan çocuğunu
susturmaya çalışıyor, onun arkasındaki şişman bir adam ise, bütün otobüsün
duyabileceği bir sesle horlamasını sürdürüyordu.
Tahta bavulunun içinde bir iki iç çamaşırı, bir hırka, bir küçük şişe Altın Damla
kolonyası ve gazete kağıdına sarılı biraz ekmek, birkaç zeytin ve çok tuhaftır ama
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1949 yılında basılan “Huzur” adlı romanı vardı Aysel’in.
Çok küçükken önce annesi ölmüş ve sonra da köyde öğretmen olan babası geriye
bir tek bu kitabı bırakarak, başka bir kadınla evlenip köyden çekip gitmişti. Hayal
meyal hatırladığı, önünde kavaklar ile bir su kuyusu olan ve bir odasında geyikli bir
halının duvara asılı olduğu o evden komşular onu almış ve yatalak halasına
bakması için onu daha çok küçükken kasabaya götürmüşlerdi. Sonraları ilkokula

biraz devam etse, büyüdükçe halasının eski elbiselerini giyerek hayata devam etse
de halası iyice hastalandıktan sonra okulu yarıda bırakmak zorunda kalmıştı Aysel.
Romanda ne olup, ne bittiğini pek anlamasa da, gürbüz ama üstleri başları perişan
çocukları, ninnilerdeki çocukların rüyalarını, kendine benzettiği Nuran’ı ve daha
önemlisi Mümtaz’ı düşleye düşleye uyurdu akşamları. Biraz daha büyüdükten
sonra ise, “Genç kadınla yan yana, adeta vücudu vücuduna girmiş”in anlamını
biraz daha hissederek uyumaya başladı. Romanda lahitlerde yan yana yatan
şehitlere de çok üzülür, onlar için dualar okurdu Aysel.
Sürekli olarak Aysel’in babası olan erkek kardeşinden “Hayırsız, ahlaksız” diye söz
eden halası, zaman zaman onu da azarlar ve ona, “Kadersiz salak!” diye bağırırdı.
Yine de Aysel halasını, bir iki defa onu komşunun kızları, onların anne ve babası ile
birlikte kasabanın yazlık sinemasına gönderdiği için çok severdi. Filmde herkesin
anlatıp durduğu ve resimlerini halanın kocasının aldığı gazetede gördüğü Ayşecik,
Zeynep Değirmencioğlu’nun “Altın Kalpler” adlı filmini seyretmiş ve o gece üst
kattaki küçük odada ay ışığında Huzur’un en sevdiği bölümünü okumaya çalışmıştı:

“Mümtaz, bir yaz evvel bu sokaklarda, belki bugünkülerden
birinde, Nuran’la dolaştığını, Kocamustafapaşa’yı,
Hekimalipaşa’yı gezdiklerini düşünüyordu. Genç kadınla yan
yana, adeta vücudu vücuduna girmiş, sıcakta, alnındaki
terleri silerek, konuşa konuşa bu medresenin avlusuna
girmişler, biraz evvelki çeşmenin kitabesini okumuşlardı. Bu,
bir sene evveldi. Mümtaz, etrafına, bu bir sene evveline
dönebilmek için, en kısa bir yol arar gibi bakındı.
Yedişehitler’e kadar geldiğini gördü. Fatih şehitleri, küçük taş
lahitlerde yan yana uyuyorlardı. Sokak tozlu ve dardı. Yalnız
şehitlerin bulunduğu yerde meydanımsı bir şey genişliyordu.
İki katlı, fakat o küçük spor otomobilleri gibi, neredeyse
mukavvadan zannedilecek fakir bir evin penceresinden
bir tango sesi geliyor, yol ortasında toza bulanmış kız
çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz, onların türküsünü
dinledi:
Aç kapıyı bezirganbaşı, bezirganbaşı
Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?

Çocukların hepsi gürbüz ve güzeldi. Fakat, üstleri başları
perişandı. Bir zamanlar Hekimoğlu Ali Paşa’nın konağı bulunan
bir mahallede bu hayat döküntüsü evler, bu fakir kıyafet, bu
türkü ona garip düşünceler veriyordu. Nuran, çocukluğunda
bu oyunu muhakkak oynamıştı. Ondan evvel annesi, annesinin
annesi de aynı türküyü söylemişler ve aynı oyunu
oynamışlardı. Devam etmesi lazım gelen, işte bu türküdür.
Çocuklarımızın bu türküyü söyliyerek, bu oyunu oynıyarak
büyümesi; ne Hekimoğlu Ali Paşa’nın kendisi, ne konağı, hatta
ne de mahallesi. Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle
değiştiririz. Değişmiyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim
damgamızı basan şeylerdir. İhsan, bunları ne kadar güzel
anlardı.Bir gün,
-Her ninnide milyonlarca çocuk başı ve rüyası vardır,
demişti”.

Bütün bunları araba bir benzin istasyonundan benzin alırken düşünmüştü Aysel.
Hemen hemen yaşı ona yakın, pantolunu yamalı ve kir, pas içindeki Muavin ona
gülümseyerek, “İn istersen biraz hava alırsın” demiş ama o yerinden
kıpırdamamıştı çünkü o sırada Mümtaz’ı düşünüyordu. Daha doğrusu, ona ne
kadar kötülük yaparsa yapsın Müntaz’ı düşünmeye çalışıyor ama Mümtaz’ın
gözlerinin önüne hep halasının kocası geliyordu. Halası iyice yaşlanıp yatakta
kendini bilmeden yıllarca yattığı dönemlerde, küçük odasına gelip onun ağzını
kapatıp sıkıştırıp onu günahlara sürükleyen halasının kocası enişte, ne kadar
isterse istesin aklından bir türlü çıkmıyordu. Hiç hatırlamak istemediği enişteyi
sonra bir Türk filminde, siyah bıyıklı kötü bir adam öldürüyor, Ayşecik de kötü
adama, “Sen artık iyi bir adam oldun” diye sarılıyordu.
Gerçekten, romanda yazılı olan, “Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle
değiştiririz” cümlesi doğru muydu? Önündeki Karadenizli adamlar, bu kez de
otobüs lastiği karaborsası ile Bursa’da yapılan sanayi bölgesindeki fabrikaları
konuşmaya başlamışlardı. Otobüs Sındırgı dağlarını tırmanmaya çalışırken, Aysel
iki kez arabanın camından dışarı kusmak zorunda kaldı. Başkaları da arabada zor
zamanlar geçiriyorlardı. Bir süre sonra ortalık yatışınca Muavin ona su getirerek
sordu, “Yolculuk nereye?”. Onu, “Bursa’ya “ diye cevapladı Aysel yüzüne hiç

bakmadan sürekli önüne bakarak. Bursa’da Altıparmak’ta Turing Otel diye bir yere
gidecekti Aysel, “Altıparmak’ta Turing Otel’e”.
Muavin onun söylediğine gülerek cevap verdi, “İyi bilirim orayı. Ortada akasyalar,
köşede Turing” dedi ona. Aysel hemen halasının, “Kadersiz salak” demesini
hatırladı. Gerçekten salak olduğunu düşündü, çünkü akasya ne demek bilmiyordu.
Onun anlamadığını anlayan Muavin açıkladı, “Akasya bir ağaç, orada caddenin
ortasında hep akasyalar var. Otel de köşede. Turing ne demek diye sorma bana
ben de bilmiyorum. Ama o otelde üç sene önce kaldım. Üst katta ortada bir
balkon vardır, onun sağındaki odada şoför ile birlikte kalmıştım. Bir Fransız turist
grubunu oraya götürmüştük. Türkçe bilen bir Fransız adam bana o otelin
bahçesinde anlatmıştı. Osmanlı zamanında Bursa’da ipek üretmek için genç bir
Fransız karı-koca Bursa’ya gelmişler. Fransız adamla biz kaldığımızda da otelin adı
Turing’di. Fransız turist, zamanında Bursa’ya gelen karı-koca Fransız ailenin ipek
üretirken kadının kocasının öldüğünü, kadının ise evini Fransızca ‘Anadolu Oteli’
adıyla otel yaparak hayatını kazandığını bana anlatmıştı. Kadın ölen kocasının
borçlarını bile bu otelden kazandıkları ile ödemiş. Otel sonraları bayağı ünlü
olmuş, Padişah bile Bursa’ya geldiğinde orada kalmış, beyaz boyalı ahşap bir bina.
Bir imparatoriçe bile kalmış bu otelde diye Fransız turist söylemişti. Zamanında
yemekleri içkileri filan çok güzelmiş.”
Aysel’in kafası karışmış, bu kadar ünlü bir otelde nasıl kalacağını düşünmeye
başlamıştı. Bütün bunların nedeni Mümtaz’dı. Halası ağırlaşmaya başlayınca,
komşu kadınlardan birine Aysel’i evlendirmeleri için vasiyet etmiş, o günlerde
Aysel’in camdan sürekli karşıdaki mor salkımlı kahvenin önünde oturup sigara içen
kasabaya yeni taşınan öğretmenin işsiz oğlu ile bakıştığının farkında olan komşu
da kızı bu çocukla nişanlamalarının iyi olacağını halasına söylemişti. Aysel bir gün
eniştesinden o gencin adının Mümtaz olduğunu duymuş ve Huzur romanındaki
Mümtaz’ı sonraları hep bu çocuğun kılığında düşünmeye başlamıştı. Mor
salkımların altında sigara içen genç, romandaki Mümtaz olunca, doğal olarak
knedisi de romandaki Nuran oluyordu düşlerinde. Halasının, “Kadersiz salak”
deyimini doğrularcasına, bu çocuğun adının Mümtaz olması nedeniyle kendisi için
bir şans bile olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Sonra halası ölmeden birkaç ay önce Mümtaz ile nişanlandılar onu. Mümtaz’ın
babası eniştesinin zengin bir zahireci olmasından etkilenmişe benziyordu. Nişanda
kuru pastalar yenildi, limonatalar içildi. Düşlerinde ona kabuslar gördüren eniştesi

uzun, sıkıcı bir konuşma yaparak ailenin önemini anlatıp yüzükleri taktı. Mümtaz
onu yazlık sinemaya götürdü, Müzeyyen Senar film arasında, “Benzemez Kimse
Sana” şarkısını söylerken, onun kulağına kimseye benzemediğini söyledi filan.
Gerçek bir salak gibi Mümtaz’ı sevmiş, ona güvenmişti. Mümtaz ise, halası
öldükten birkaç gün sonra ona, “Sakın enişteye haber verme, ben o ahlaksız
herifin sana neler yaptığını biliyorum. Ben seninle evlenemem ama sana Bursa’da
iş buldum” deyip ona babasından aldığını söylediği bir miktar parayı verip eline de,
“Altıparmak Turing Otel” yazılı bir kağıdı tutuşturduktan sonra, “Ben sonra gelir
seni alırım” ümidini vermeyi de unutmadan kasabadan Bursa’ya giden bir otobüse
bindirmişti. Mümtaz’ın aklı Bursa’ya, Turing Otel’e filan ermezdi, sigara içmekten
başka bildiği pek bir şey de yoktu zaten Mümtaz’ın. Ona bu akılları, son günlerde
mor salkımlı kahveye gelmeye başlayan ve hemen çok samimi olduğu o karanlık
suratlı adam öğretmiş olabilirdi.
Sonunda Muavin onu, öğlene doğru vardıkları Bursa’nın yeni garajından yanına
alıp, “ortada akasyalar, köşede Turing” diye anlattığı otelin kapısına kadar
götürdü. Muavin’e , “Allah senden razı olsun” diye teşekkür etti Aysel ve bir süre
onun arkasından baktıktan sonra yan kapısından otelin bahçesine girdi. Otel hiç de
ona Muavin’in anlattığı gibi bir yere benzemiyordu. Bahçe ve otel ilk anda gözüne
oldukça harap göründü. Kapıdan içeriye girdiğinde otel katibine geldiği kasabayı,
Mümtaz’ı filan anlatmaya kalktı ama adam onu hiç dinlemeyerek orada ilk kez
gördüğü topuklu terlikler ve kırmızı çoraplarla açık saçık bir bluz ve koca
küpeleriyle ortada sigara içerek dolaşan kadına, “Hayriye’yi çağırsana bacım” diye
bağırdı. Sonunda dudakları boyalı, şalvar giymiş 60’ına yakın Hayriye gelip onu
kolundan tutarak bahçedeki bir masaya oturttu ve içeriye doğru bağırdı, “Kız çay
getirin, yemek getirin misafir geldi.”
“Yok ben misafir değilim çalışmaya geldim” dedi Aysel. Hayriye onu, “Anladık,
anladık elbet çalışacaksın da bugün misafir ol hele biz seni çalıştırmasını biliriz”
dedi ve onu üst katta orta yaşlı bir kadının odasına yerleştirdiler. Oda arkadaşı
kadın ona nereden geldiğini, hiç pavyonda çalışıp çalışmadığını filan sorunca,
Mümtaz’ın götürdüğü Türk filminde görmüş olduğu pavyon görüntülerini
düşündükten hemen sonra ne kadar kadersiz bir salak olduğunu bir kez daha
anladı. Çok gerekliymiş gibi oda arkadaşına sordu, “Burada eskiden gerçekten
Padişah mı kalmış?” Kadın aynanın karşısında yanaklarını pudralamayı
sürdürürken onu cevapladı. “He ya… İki öte odaya Hayriye kimseyi sokmaz. Güya

orada padişah yatmış. Ne bileyim ben belki de karı uyduruyor. Güya otel Fransız
bir kadınınmış da dünya savaşında iki oğlu ölünce, kadın yaşlanıp Fransa’ya
dönmüş ölmek için.”
Aysel camdan sokaktaki akasyalara baktı, Turing’in anlamını bilmeyen güler yüzlü
Muavin’i düşündü ve ilk kez içinden anasını bellediğim Mümtaz diye küfür etti.
Ardından da Mümtaz’ın güler yüzlü, kendi gibi azıcık salak olan annesinin yüzü
gözünün önüne gelince de kadının ne suçunun olduğunu düşündü. Oda arkadaşına
dönerek, “Abla, nasıl çalışacağımızı öğretirsin artık bana” dedi.
Dışarıda akasyaların küçük yaprakları rüzgarla titreşiyor ve eski Anadolu, yeni
Turing Oteli tahta kurtlarının yardımıyla her geçen gün biraz daha eskiyordu.

25 Kasım 2023